4 Temmuz 2010 Pazar
KEMAL-MUSTAFA’SIZ…
Sadece Kemal… Mustafa Kemal’den esinlenilerek ve üzerine daha doğmadan bir sürü ideal büyütülerek dünyaya getirilmiş mi bilinmeyecek Kemal… Bilinmeyecek çünkü bugün O’nun doğumu için iki güzel sperm atan ve bu spermlerinin değerliliğine eşit oranda O’na kendi hayatında yapamadıklarından bir hayat biçen babası artık babası değil.
Uzunca bir zaman kucağında uyuduğu babası ve aynı uzunlukta eteğinden çekiştirmek suretiyle bir tatlı gülümsemesine kahkahalar saçtığı annesi, artık yoklar. Dün Kemal “Ben gayim” dedikten sonra.. Tutunduğu tüm ipleri elinden alınan Kemal, şimdi yalnız başına ve uçurumdan aşağı düşerken hiç gülümsemeyi öğrenmemiş bir çocuk kadar kinli, hüzünlü..
Esmer bir çocuk, yurdum erkeğinden farksız. Farklı olduğunu sadece gözlerinizle baktığınızda ve gözleriniz bacaklarına kaydığında anlıyorsunuz. İşte orada ağdadan kalma bir temizlik çarpıyor gözlerinize, burada gözlerinizi bırakıp ruhunuzla bakmaya başladığınızda her biri bir toplumsal değeri ifade eden erkeksi kıllarından kurtulmuş bir birey, saklanmayı bırakıyor, haykırıyor; mora, yeşile, gökkuşağına boyanıp çıkıyor karşımıza.. Genetiğinden üzerine yapıştırılmış karanlığı, kendi cinsini sevebilen ruhunu kurtarmak için bacaklarında sıyırıyor.
Esmer bir çocuk, bir sürü çocuk gibi. Farklı olduğunu sadece gözlerinizi kulaklarına denk getirdiğinizde anlıyorsunuz. Orada, gümüş bir küpenin ucundan ten rengini aydınlatmaya çalışan bir birey, saklanmayı bırakıyor, sadece görüntüden sessiz haykırıyor; kırmızıya, turuncuya, gökkuşağına boyanıp çıkıyor karşımıza.. Anne ve babasının beyinlerinden çıkarılarak, doğduğu anda üzerine giydirilen karanlıktan, “erkeklik”ten, cinsel organına bağlantılı olarak içinde var olması gerektirilen cinsiyetli ruhtan, küpelerine tutunarak sıyrılıyor.
Kemal, sadece Kemal. Dünden beri olmayan bir dünyada, olmayan bir parayla, olmayan akrabalık bağlarıyla, kinle, nefretle bilenerek; ama özgürce, ne yaşaması ve ne olması söylenmeden yaşıyor. Belki toplum literatüründe maddi sefaletin içinde, ama bizim literatürümüzde manevi sonsuzluğun içinde… Argosunda ibne, ama bizim literatürümüzde “gökkuşağı”…. Sıfatlarından ve sıfatlarıyla birlikte kendisine yüklenen sorumluluklardan, kabul görmek için toplumun “iyi evlat” kavramlarına girmeye zorlanmaktan, koşulsuz kabulün söz konusu olmadığı “aile”den ayrık yaşıyor artık. Tevekkelli değil feministlerin kadın için eşitlik isterken, ilerleyen eleştirilerinde aile kavramını kurumsal olarak sorgulamaya başlamaları ve bu kavramın içinde barınan insanlarını kıstırdığını fark etmeleri… Kemal’de bu kıstırılmışlıktan ailesinin çekirdeğini kırarak kurtulmaya çalışıyor.. Mersin’de işte aralarında bir damla kan alışverişi geçmemiş, sadece sözcüklerle bağlanmış bir arkadaşının yanında, binlerce kez ölüyor annesinin babasının Kemal’i, gökkuşağının altında bir kez, yeniden ve kordon bağı olmadan Kemal’imiz tek başına doğuyor.
Belki bundan sonra daha çok tökezleyecek, ama kendi seçtiği kaldırımlarda; belki bundan sonra daha çok ağlayacak, ama kendi seçtiği omuzlara dayayacak başını…. Belki bundan sonra daha çok özleyecek anne ve babasını, ama suçunun olmadığını bilecek… Ama yine de bir gün bir yerlerde ailesinin yanında kalıp, eğitimini tamamlayıp istediği mesleğe ulaşmak için biraz daha dişini sıkmadığından dolayı pişman olacak; ama pişmanlığı da kendisine ait olacak, hayatı gibi…
DERYA GÖLGE
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder